Ana içeriğe atla

Görünüyorum O Halde Varım

    "Görünür kılmak(olmak), görüntüler bırakmak adeta varlığımdan bir iz bırakmak gibi geliyordu artık. Eğer görüntüleri tutamazsam kendimi de tutamayacağıma dair bilinçaltımda gizlenen ve irademi kontrol eden ve bana ettirmeyen bir güdüydü bu."

    Her şeyi onun için yapıyorduk. Arkamızda veya yanımızda bir iz bırakmak... Fotoğraflar çekinip, paylaşmak veya bastırmak. Hatta iş o hale gelmişti ki artık kendimiz için değil başkaları bizi görsün ve var kılsın diye görmeye gidiyor ve göstermek adına binlerce lira harcayıp kişliğimizden ödün verip yapmayacağımız şaklabanlık ve maskaralık kalmıyordu. 

    Binlerce yıllar öncesinin soyut bir dışavurumu olarak tezahür eden bu hareketlerin en çok gerçekleştiği zamanları yaşıyoruz. Belki de ilk insanlarda var olan en ilkel kaygımızı yaşıyoruzdur. Onların mağaralara çizdikleri veya ortalık yere yonttukları şeylerle bugün galerimizi dolduran fotoğrafları kaydettme çabası birbirinden ne kadar farklı olabilir? 

tarih öncesi mağara sanatları

Veya o zamanlarda eşe dosta göstermelik bir oyma eserle bugün sosyal medya tabiriyle "dm"/mesaj olarak gönderdiğimiz şeylerin arkasındaki paylaşım güdüsü ne kadar farklı olabilir?

Anadolu İlk Sanat Eserleri: Alacahöyük, Alişarhöyüğü - Arthipo En nihayetinde paylaşılmasa bile kıyıda köşede bırakılan saklanılan gömülerle, kimseye göstermeden stokladığımız ve çekinmekten kendimizi alamadığımız galerimizin deposundakiler ne kadar farklı niyetlerle belirlenmiştir ki?

    Peki varoluşun en eski ve en eskimez ilkel güdüleri acaba bize ne anlatmaktadır? Paylaşma ve paylaşılmaya kılma, stoklama ve kayıt altına almak bize ne anlatır? Neden bunları yaparız? Çoğu pskilojik meselede olduğu gibi bu tarz soruların fizikte olduğu kadar tatmin edecek cevaplara ulaştıracağı muammayı muhakkak. O yüzden tahminlerle kurulacak cevap örgümüzde kendinizi tatmin etmeyen açıklamaların nedeni bu olacaktır bilesiniz.

    Bir şeyleri sabitleme arzusu insana zamanı durdurmak ve arşivlemek gibi gelse de bizdeki durağanlı ifade ettiği muhakkak. Durağanlık isteği ise ruhun derinliklerindeki hareketi hediye ettiği de muhakkak. Ruh, maddenin sabitelerinde ve hareketsizliğinde bir manevra kabiliyeti geliştirerek akışkanlığı kazanabiliyor. Mesela sıradanlığa atfettiğimiz çoğu işin bizde ilhama mazhar işler olarak hissettirmesi gibi.. Yürümeyi öğrenince hiç kimse yürümek hakkında düşünmez ve yürürken aklına gelecek bin türlü ilhami konu hakkında seçimlerini düşünür. Aynı onun gibi güzel ve estetik haz duygusunu tetikleyen somut manzaralar bizde o halin tefekkürünü yaptıracak halsizlik, bir durağanlık istiyor. Öylece kalakalmanın getireceği öylece kalınmayan dinamiklerin aktifleşmesini bir gıda gibi ruha tattırıyor. Seyredilen alemin yok olacağına, kaybedileceğine dair ruhun oluşturduğu bir kaygının önlemi olarak gözüküyor aslında; sabitleme, kayıt altına alma. 

    Tüm bunların arasında başkalarına sunma olarak gerçekleşen eylemler ise ruhun kendini var etme kavgası olarak ön plana çıkıyor. Kendi kimliğini oluşturma kendi varlığını dizayn etmek adına, ben buyum deme adına adeta kendini pazarlayan bir kişilik satıcısına dönüştürüveriyor. Ben buyum ve ben böyle ilgi görmek istiyorum deme adına paylaşılan tüm benden vermeler tam tersine dönüşüp tüm senden almalara dönüşüyor. Bir insan paylaşarak kendine verdiğinden fazlasını kendine almayı amaçlar. Ben paylaştığım gibi hürmet görmek istiyorum der. Böylelikle paylaşma bir güdüye dönüşür. Yani insan ruhu tamamiyle verdiklerine karşı aldıklarıyla değil verdikleriyle aldıklarına göre şekillenir. Verdiğim şeyin karşılığı olarak aldıklarım değil, verdiğim şeyin özelliği olarak aldıklarım. Elma verip muz almak değil elma verip elmanın güzel olduğunu duymaktan aldığım hürmetin verdiği haz gibi. Böylelikle kendi arkamızda bıraktıklarımız aslında önümüzdeki aldıklarımıza dönüşür ve ruhumunuzun bir huyunu, melekesini oluşturur.  

    Ayrıca vererek almak bizi ruhumuzun isteklerinden öylesine uzaklaştırır ki ruhunu isteklerimizi anlamak şöyle dursun ruha isteklerimiz dayatarak körleştiririz. Verdiklerimiz kadar aldığımızda almaya çalışanların hepsinin ruhları canibinden sıradan ruhlar olduklarını görürüz. Hepsi birbirinin aynı bir robotmuş gibi yaşayan insanlar her zaman almaya çalışmış, almayı hedefleyerek çalışan insanlara dönüşmüşlerdir. Tam tersine durumlar ruha dayatmak yerine ruha dinlemek önceden bahsettiğimiz gibi veren ama bilmeden alanlar kategorisine girmiştir. Onlar kendi ruh farklılıklarına göre bir kişilik inşa etmiş ve yegane insan sermayemizi hali hatırdaki alamet-i farika ocaklarında dünyamızı meydana getirmişlerdir.

    Tüm bu iz bırakma ve kayıt altına alma faaliyetlerinin ruha bıraktığı en güzel mesaj; kişinin görmeyle dizayn ettiği ruhunu(göz ruhun aynasıdır) tefekküre bir davet olarak kullanmasıdır. 

    Görünmek uğruna göstermeye çalıştığımız bu zamanlarda görünmeden görerek ilerlememizdir gereken.

        

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ahlâk-i Adudiyye Şerhi - Taşköprülüzade Ahmed Efendi - Kitap Haritası

 

Vakit Niyet İstikbal-i Kıble

     "Demirden bir kalem ucu ile, fırtınalar içinde bizi tehdit eden bütün yıldırımları toplamalı. Paratonerler gibi, onları mahvetmek için" diyor Abdülhak Şinasi Hisar. Bu sözü neden dediğini hiç sorgulamadan kendi hâl dünyama göre bir kurgunun içerisine oturtup kullanıyorum, kendime bir motivasyon bir itki elde ediyorum adeta bu sözle.       Sözler insanlara ait bir büyü gibi. Değiştirmeyi amaçlıyan eller gibi kulaklarımızın içinden girip beynimizin ve tüm bedenimizi istila ediyor. Bedenin ne yapmak istediğinin bir önemi yok sadece sözün emri ve hissettirdikleri var. Böyle bir durumda kulaklardaki barikatın çok önemi kalmıyor tabi. Özellikle verilerin böylesine çoşkun bir nehirden aktığı gibi akan bir çağda..       Veriler, duyduklarımız ve gördüklerimiz.. Beynimizin içine dalıp karar mekanizmamızı etkileyen her ne varsa, kaçı bizim kontrolümüzde? Kendimize yedirdiğimiz "kontrol bende" manifesto sözü bile kontrolün bende olmadığın...