Herhangi bir caddede dolaştığımızı düşünelim. Dükkanların camlarında gördüğümüz kıyafetlerle irtibat halinde kalırız ve bir süre sonra kıyafete ihtiyacımız olduğunu düşünüp almaya kalkışırız. Alma kararını verdiğimiz aralık da ne kadar uzarsa aslında ihtiyacımızın olmadığını, bunun gereksiz bir alışveriş olacağını itiraf ederek vazgeçeriz. Oysa kararımızı çok fazla düşünmeseydik ihtiyacımız olduğu kararı doğru olacaktı ve kıyafeti alarak doğru yapacaktır. Şimdi ise almayarak doğru davranışı gerçekleştirdik. Peki doğrular üzerine böyle bir zihin dünyasında yaşarken ne kadar istikametli ilerleyebiliriz?
Şüphesiz burada; zihin dünyasının “cevaplar” üzerinde düşünme yeteneği, araya girip bizi yetiştiren şey olduğunu itiraf etmemiz gerekir. Oysa bir soruna verdiğimiz cevabın doğruluğunu kabul etmekte ve bu doğruluğun, üzerine düşünmede mesai harcamadan yaşarız. Bu ilk düşünüldüğünde "ee ne olacak ki?" dedirtebilir. Oysa bunun öncesinde verdiğimiz cevabın pratikte nasıl yanlış veya hatalı olduğunu farketmemizin yolu burada saklıdır; "doğru sandığımız cevaplar üzerine bir daha düşünme" yetisi. Yanlış cevap doğruyu bulma adına düşündürtebilir ama bizim istediğimiz; doğru cevap üzerine bir daha düşünmedir. Ki böyle bir düşünmede farklı boyutlarda yanlış sonuca varacak bir doğrunun, yanlış sonucu azaltılabilir.
Açıkcası benimde içinde bulunduğum durumu ve düşünce yapımı “şekillendiren” böyle bir kavrayış oldu. Evet doğru şeyler üzerine düşündüm, çünkü bazı yanlış sonuçlar vardı. Hemde epey süre, yani yıllardır. Doğrular aşikar olduğu halde neden yanlışların varlığı bu kadar aşikar diye düşündüm. Girdilerin doğruluğuna o kadar emin baktım ki yanlışların varlığına tahammül bile edemedim. Oysa yaşamak zorunluluğu gibi yanlışların görünme zorunluluğuyla beraber yaşıyoruz. Yinede bu durum sonuç olarak bende “doğruların yanlış olduğuna” itmedi. Doğruların eksik olduğuna ve bu doğrulara bazı şeylerin eklemendiğinde, yanlışların ortaya çıktığına itti. Yani doğruları değiştirmeyeceğiz. Değiştirmenin mantığı yok. Sadece doğrulara baktığımız açıyı ve değeri değiştirip yeni doğrular ekleyeceğiz.
Burada artık probleme yavaş yavaş gelmek istiyorum. Problem şudur; dinin doğruluğu ve mantıklı oluşu bu kadar anlatıldığı ve hatta kabul edildiği halde neden dinsiz sonuçlar alıyoruz? Bir kelam profesörünün çocuğu nasıl ateist olabilir? Evet fazlaca olaya determinist bakmamız zaten hatadır ama yine de Hz. Nuh as. ve oğlu gibi olayların epey fazlalığı bunda bizim de yanlışlarımızın olduğunu gösterdiği için bu soruların cevabını düşünmek zorundayız.
Ömrünü ispat, argüman, delil sunmakla geçirmiş birinin evladı nasıl olur da inançsız olabilir? Her gün, her hafta onlarca kişinin imanını, müslüman bir ülkede vesile olunduğu halde, neden hala camilerimiz boş? Veyahut gününü delil videoları çekmek ve yazmakla geçiren insanlar neden hala bu konuda dert yanmakta?
Bu sorulara ilk cevabı vermeye çalışanların cevaplarını sorular içinde vermeye çalıştım. Yani elimizde inançsızlara karşı geliştirdiğimiz cevaplar yok, varsada iletemiyoruz, veyahut var ama iletme adına hiçbir şey yapmıyoruz cevabı. Bir şey yapmama boyutuna kısmen katılıyorum ama farklı bir boyuttan, ilerde değineceğim.
Bence burada fark edilmesi gereken şeylerden biri; aslında elimizde yeterince delil, bilgi, ispat, argüman vesair var. Ve bunların yayın sıkıntısında da bir problem yok. Mesela; bir dine saldırı kitabının asılsızlığının anlatıldığı kitaplar elimizde var. Bazı kişiler; “işte şu dinsiz hakkında neden cevap veren kimse yok” söylemi, söylem sahiplerinin görmediği ama cevap veren kimselerin olduğu gerçeğiyle mevcut. Evet, birileri çoğunlukla cevap veriyor ama sahip çıkan yok. Veya doğru reklam olmayınca duyamıyoruz. Biz duyamıyoruz birileri bağırıyor. Asrın her yerinde gördüğümüz gibi...
Derdi ve derdin dermanına giden bazı yolları konuştuktan sonra bizim keşfettiğimiz bir yolu konuşmanın vakti geldi.
Bizce yaşanılan kaosun ölçülebilecek net bir parametresi yok. Varmış gibi ilerlemek sarmal halinde bizi hatalar paradoksuna hapsediyor. Ve yeni çözümlere karşı bir körleşmeye itiyor. Tabi bu demek değil ki dediklerimizin değeri yok, bilakis dediklerimiz test edilmeye açık, insanda etki uyandırması gerekecek bir şüpheyle oluşan bir nedendir. Yoksa bir cevabın tembelliğinde gölgelenmek bizi hareketsiz bırakıyor. Bunu anlamalıyız artık. Soruların değil cevapların üzerinde düşünülmesi gerektiğini idrak etmeliyiz.
Hali alemde görülenler buna şahit. Aslında hali alem, yaşanan ve yaşanmakta olana saklı. Zira insan hikayesinin "ne"liği değil "nasıl"lığı değişince; konuşulacak şeyleri kaf dağlarında aramak bizi yorup, fıtratımıza ve Yaratanımıza ihanetten ibaret kalıyor. En kötüsü de, olmayan cevabın, hayal kırıklığının verdiği düşüncesizce bir isyan dürtüsü.
"İslam okunulan değil yaşanılan dindir." demiştik. Neden? İnsan, yaşama müptelağıyla, okumaya müptelağıyla aynı ölçüde değildir. O yüzden “yaşama yörüngesine” aldığı yirmi dört saatlik bir pay “okuma yörüngesinin” alacağı; bazıları için sıfır, bazıları için beş altı, abartı olarak on altı on yedi saatlik bir yörüngeyle geçilemez. Bu yüzden “yaşamın” kendimize ve çevremize etkisi her türlü “okumadan” daha fazla etkili olacağı aşikar. Kısaca “Lisan-ı hal lisan-ı kalden üstündür”*. Bu deneysel bir gerçek.
Nice dil sahipleri hal sahipleri karşısında erimiştir. Hz. Muhammed sav.'i görünce iman edenlerin hakikati de budur, yıllardır arkadaşlık edip bir kaç ayetle ona inanabilen kişilerin hakikati de budur. Kimilerine altı bin ayet, kimilerine aynı ayetin onlarca tekrarı yetmezken bir kaç ayetle iman edenlerin hali neyle açıklanabilir?
Acaba nasıl bir hakikattir ki bu, şimdilerin binlerce cildine mal olmuştur da o zamanların tek sahifesine eşdeğer sonuç vermiştir?
İşte mesele de burada; o hakikat, sadece o zamanlarda inandırmakla kalmamıştır. Ezelden gelen bir kural, ezele müptela işleyerek yaşamaktadır. Bu hakikat o zamanda etkili olduğu gibi sonraki zamanlarda ve bu zamanlarda bile etkisini kaybetmeden devam etmektedir.
İnsanları etkileyen delillerse değiştiren de delillerin üzerine inşa edilen kişiliklerdir. Zira sahabe neslininin değiştireni buyken şu an bizleri değiştirecekte budur ve bu değiştirmektedir de.
Yüzyıllar boyu ahlakıyla yaşamış bir ecdattan daha fazla şey bilipte daha ahlaksız olmanın açıklaması başka ne olabilir? Bir kelam profesörüne, çocuğunun dünyasını değiştiremeyecek bilgi kuvvetinden yoksun olduğunu kim söyleyebilir? Bizler onlarca video ve kitapla insanların imanına vesile olduğumuz halde;
alemimiz değişmiyorsa,
onlara olan uzaklığımızda değil de nerededir problem?
Bu kadar sağlam delil, argüman, ispatlara rağmen insanlar oluk oluk inançsızlığını itiraf ediyorsa; acaba sıkıntı, bilginin eksikliğinde midir, yoksa yaşamın şekillenememesinde midir?
Malasef mantık duvarlarımız ne kadar sert olursa olsun insanların hür iradesi elimizde değil.
Ve ey ehli İslam! Biz metottan çok uzaklaştık. Biz, hayattan çok uzaklaştık. Biz, tohumunu bedenlerimizde yaşattığımız, çocuklarımızdan çok uzaklaştık. En garibi kendimizden, kendimizi kendimize getireceklerden çook uzaklaştık.
Bizler, insanların hayatını değiştirmekle mükellefiz. Bunu da gaye ediniyorsak, kendi hayatımızı değiştirmeden ve bu değiştirilen hayatı, topluma enjekte etmeden, istediğimiz hedefe asla varamayacağız. Kürekler omzumuzu yorduğuyla kalacak.
Yapılacak olan; fildişi kulelerimizdeki argümanların hasadını pratik hayatta yaşatabilmek. Kütüphanelerimizi değil gönül soframızın misafirlerini çoğaltabilmek. Ne kadar manipülasyona kurban edilsede bir olma olmalı. Birlikte olmalı. Yaşamanın dinamiklerini bunu göre kurmalı. Yalnızlığa değil de birlikte olma adına sabır gösterebilmeli. Müsamahayı kendine değil yanındakilere, kendini değil yanındakileri çoğaltabilmeli. Bunu, bir sosyal medyanın takipçi sayısı veya bir videonun izlenme sayısıyla değil. “Gerçekle”, yapabilmek. Çünkü sanala adapte olma adına “gerçekten” kısıyoruz. “Gerçek” olma adına sanaldan kısmamız gerekirken.
Sonuç
Hz. Muhammed asm.'ın dilinde kelam kozmolojik delili yoktu ama yaşantısında vardı. Elbette çağın metodu ve haliyle hallenip yaşanacak ama en büyük delili çağa hapsedemeyiz. İnancın bir delili; üst düzey felsefi tartışmalardır ama en üst delili bizim hayatlarımızdır. Ve hayatlar ne kadar birbirine yapışık ve görünerek ilerlerse etki o kadar fazla olacaktır. Vaktinin çoğunu mermer işçiliğinden geçirmiş bir babanın çocukları çok kaliteli bir müslümansa bunda çok bilgili olmanın değil yaşantının bir etkisi vardır. Zaten olması gerekende bu değil midir? Yani evrensel bir delil olan yaşantının; ahlaklı ve güzel olması. Zira “ahlak ebedidir”. Her devirde aynıdır. “Din ahlak üzerine” ise..
Bizler, klasik doğrularımız olan ispatlarla insanları dine çağırmaya devam etmeliyiz zira bu doğru bir davranıştır. Ama en büyük çağırma metodu olarak da hayatımızı ve yaşantımızı kullanmalıyız. Bizleri ahlaklı görecek bir nesil, yoldan çıkma adına bir karar almayacaktır. Evde yaşanılacak bir “dini hakiki ahlakı” o genci, o evden çıkınca dinsizleştirmeyecektir. Veyahut “anlat, geç” tebliğ metodu yerine karşılıklı, devamlı bir ilişki asıl tebliğ olacaktır.
Velhasıl hem konuşan olacağız, hem konuşulan. Hem gören, hem görülen olacağız. Ve konuştuğumuzda, göstermeye çalıştığımızda; “İslam” olacak.
Resim Sahibi: Adige Batur
Yazıdaki Alıntı Sahibi: Bediüzzaman Said Nursi
Yorumlar
Yorum Gönder